“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..
başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..
‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..
şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir ayrımı yok..
sinemadaki akımlar, dalgalar, okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır.. itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..
sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..
sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :
a) şiir sinema,
b) şiir-düzyazı sinema,
c) ve düzyazı sinema..
sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’
şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..
özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”
ECE AYHAN..
‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..